Ruhuma Açılan Pencere

8
0

Vasfını Hak Teâlâ’nın yaptığı kimseler hakkında bizim diyeceğimiz bir söz yok. Gördüğüm günden beri edindiğim intibâ şu oldu: O’nun senâsının yapıldığı bir ortamda idim. Beş yaşlarında iken gördüm. Üç grup hâlinde toplanmıştı sevenleri Yeşilhisar içmecesinin üstünde. Elimden tutup gezdiriyorlardı. Yol o kadar tenha idi ki gelip geçen bir vasıta da yoktu. Semâdan ak bir kuş gelecek zannediyordum. Çünkü melek gibi bir zât-ı muhterem diyorlardı. Teşrif buyurdu. Hemen Hacı Hasan Efendi’nin eline yapıştım. Her şeyi en ince detaylarına kadar biiznillah görüyordum. Ayağa kalkmak isteyenleri kaldırmadılar. Ama ruhlar ayaktaydı. Gönüllerden taşan muhabbet, gözlerden yaş olarak akıyordu. Yanındakilerden Adanalı Hasan Efendi’yi tanıdım. Sanki bir huzur âbidesiydi. Hacı Hasan Efendi gözümde mânevî bir generaldi. Her hâliyle güzelliği, intizâmı müşâhede ediliyordu. Sâmî Efendi’ye bakmaktan kendimi alamıyordum. Arabadan indiğinde, “bir ayla güneş indi bu sözüme iftihâr etme” diyen gâib erenlerinden birini sonradan duyuyorduk. Allâh diye cezbelenenler, semâdan bir nûrun indiğini söylüyorlardı. Rûhum âşıktı, bedenim de vuruldu kutbu’l-aktâb’a.

1965’te içmeceyi teşrîf buyurdular. İlkokulda idim daha o yıllarda. Çadırda ağırlandı Efendi Hazretleri. Büyük bir bahçeydi. Ziyârete gruplar hâlinde alınıyordu gelenler. Hacı Hasan Efendi tanıtım yapıyordu. Efendi Hazretleri gelmeden üstâdımız sohbet buyurdu. Bal tulumunu misâl verdi. “Efendi Hazretlerinin içi nûr, biz ancak dışına sızanları görüyoruz.” diyordu. Doğumundan itibâren anlattılar yüksek vasfından. Geldiklerinde koluna girdi üstâzımız. “Sizleri çok özledik”diyerek muhabbetlerini ifâde ettiler. Fakat bu sahneler dille târif edilemez. Her hareketi sünnet-i seniyye olan pîrimiz İlâhî bir pınardı. Yanından geçtiği her yere hayat veriyordu. Sofra âdâbı, su içme edebi, insanlara muâmelesi, abdest namaz, tebliğ dâvet, öğüt nasihat, her türlü harekât ve sekenâtıyla üstün bir ahlâka sâhipti. Aşk ve muhabbet artık tahammül sınırlarını zorluyordu. Çünkü bir an ondan ayrı düşmek ızdırab veriyordu. İhtiyaç mahalline ibriğini bırakıyor, çıkışında tekrar alıyordum. Çoraplarını hazırlama ve diğer hizmetleri yapabiliyordum himmetleriyle. Genç yaşıma rağmen sabah kalkıp istirahat yerinde bekliyordum. Ayrılış ânındaki feryâdım şimdi bile ağlatır bizi. Zâhirde uzaklaştık ama rüyâlarda bir araya geliyorduk. Gözlerinden öperim diye selâmları geliyordu. Gönderdiği şeker tükenir diye tadılır tekrar cüzdana konurdu. Yalnız geziyor, sanki onunla bulunuyordum. Ayak havlusu biricik tesellîydi.

İlk okulu bitirdikten sonra Hacı Hasan Efendi Üstâzımız, “Efendim zamânın fitnesinden çekiniyorum. Oğluma bir ders verir misiniz?” deyince, mübârek parmaklarının ucunu göstererek on bir aded evrad verdiler. Bu târihden itibâren ziyâretimiz eksik olmadı elhamdülillah.

Yaz günlerinde yaylalarda Sâmî Efendi Hazretlerine şiirler yazıyordu üstâzımız. Çağımızda bulunan büyüklerle irtibâtımızı sağlıyordu. Hem namaz sûrelerini yazarak öğretiyor, hem de eğitiyordu. Ne kadar yapamasak da, bir iz bırakıyordu hayâtımızda. Yazdıkları şiirlerden birer kıta teberrüken takdîm edelim. İlk Yahyalı’yı teşrîfinde söyledikleri şiir:

Cem oldu ulemâ, buyurdu sohbet
İlm ü ameline ettiler hayret
Herkese hâlince geldi bir gayret
Teveccüh isteriz, Sâmî Efendim…

Gelişlerini bekledikleri bir sene gelemeyince, hasretiyle kavrulan gönülden dökülen bir şiirden…

Bu hicran elemi büktü belimi
Gözlerim görmedi vahdet gülünü
Firkatin tesiri tuttu dilimi
Gözüm ağlar özüm ağlar

Adana’da namaz kılarken gerisinde Sâmî Efendi’nin, mübârek başlarının arşa yükseldiğini görür ve bunun üzerine yazdığı şiirden iki dörtlük:

Evvelâ besmele yazar
Sâlikine eder nazar
Ol seri semâda gezer
Başına kurban olduğum…

Allâh’ın indinde kadri
Zannettik semânın bedri
Arş-ı Âzam olmuş sadrı
Döşüne kurban olduğum…

En son şiirinde şu üç kıta canlara can katar âdetâ:

Bütün şüphelerden kaçmış
İnan, âb-ı hayat içmiş
Çok münevver bir yol açmış
Efendimin izi başka…

Gözü yumulu, gönlü gören
Kelâm-ı Ledünnî deren
Sohbetlerde neşe veren
Efendimin tuzu başka…

Ey Allâh’ım affet bizi
Kalemdâr’ın sızlar özü
Kademine sürsem yüzü
Efendimin tozu başka…

O’nu görmek düzen veriyordu hayâtımıza. Yoksa hayat böyle geldi böyle gider diyecektik neûzü billâhi Teâlâ. Okuduklarımızla kalsak kendi kendine yetişen bir ağaç gibi olacaktık. 

İmânın tahkîk, ibâdetin ihsan, ahlâkın ahlâk-ı hamide, muâmelâtın kullukta yüzde yetmiş beşi oluşturduğunu o mecliste öğrendik. Kulluğun, hayâtın her alanına hükmettiğini, bütün zerrelerin Hâkim-i Mutlak’a itâat ettiğini o gül bahçesinde tâlim ettik. Bütün acziyyetimizle, rûhun safâsını, kalbin itminân, huzûrunu, sırrın âlem-i melekûta yolculuğunu sâdât-ı kiram hazarâtından işittik. Yolculuk yaptıkça, çok gerilerde kaldığımızı öğrendik. Dağı tırmanmadan düzlüğe, vagonu rayların üzerine koyup, lokomotife bağlanmadıkça menzil-i maksûda erilmeyeceğini anladık. Fakat bir şey olamadık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir