Hz. Peygamber’in sahâbesi / arkadaşları, onun getirmiş olduğu dîni kabûl edip bu dînin isteklerini tereddütsüz olarak yaşamak sûretiyle model olan bireyler olarak tanımlanabilir. Bu insanlar arasından kahramanlar, hukukçular, eğitimciler ve devlet adamları çıktı. Bu insanların bedevîlikten, algı düzeyinin yükseldiği seçkin bir şahsiyet seviyesine çıkmalarının temelinde Allâh’a yönelişleri, Peygamber’e (sav) gönülden bağlılıkları ve Kur’ân’ın maksadını kavramaları bulunmaktadır. Hz. Muhammed’e bizzat muhâtap olan, onun sohbet ve irşâdıyla eğitilen bu ilk Müslümanlar, âyetlerin anlamlarını, nüktelerini ve mezâyâsını, nâsih ve mensûhunu, esbâb-ı nüzûlü öğrendiler. Bilmedikleri bir mesele olursa, onu da Hz. Peygamber’e sordular ve elde ettikleri mâlûmâtı diğer Müslümanlara naklettiler.1 Bunda amaç, diğer insanlarla bilgiyi ve tüm iyi olan şeyleri paylaşmaktı. Çünkü ilâhî vahiy sâyesinde Peygamber, insanları bâtıl inançlardan, kötü huylardan uzaklaştırmış, aralarında sevgi ve muhabbeti, birlik ve berâberliği temin etmişti. Hz. Peygamber vahiy yoluyla kendisine bildirilen bütün ilâhî emirleri, dînin temel ve yardımcı fikirlerini, îman ve amele âit hükümlerini, fert ve cemiyeti refah ve saâdete ulaştıran düsturları açıklar, sahâbe de bu hükümleri tatbîk ederdi.2
İslâm’ı iyi öğrenip anlamak için yapacağımız bir başka iş, onun insanlığa, târihe ve topluma armağan ettiği örnek insanları incelemektir. Din, insan anlayışıyla, model insanlar yetiştirme gücünde olmalıdır. Din ve dînî düşünce, insanı getirdiği yüce değerlerle donatmalı, zaaflarını giderip, yerini takvâyla doldurmalıdır.3 İnsan, donanmış olduğu değerleri ne kadar içten ve Allâh’a adama bilinci içinde yaşarsa, onları hayâlî şeyler olmaktan o kadar kurtarmış olur.
Yukarıdaki meziyetlerle donanmış olan bu insanların târih içerisindeki yerleri, Hz. Muhammed’in vefâtı ile başlayan ve en son hukukçu sahâbenin vefâtı ile son bulan dönem olarak belirtilmektedir.4 Bu süreç içerisinde yaşayan insanların yapmış olduğu eylemler ve Kur’ân’ı anlayışları önemsenmiştir. Örneğin Ebu Hanife (ö: 150/767), sahâbenin görüşüyle amel etmeyi vâcip görmektedir.5 Onların görüşlerine bu kadar değer verilip önemsenmelerinin sebepleri olarak şunlar ifâde edilmiştir:
- “Sahâbe, Hz. Peygamber’e diğer insanlardan daha yakındı. Onlar, hakkında vahiy inen konulara şâhit olmuşlar, nassın indiği şart ve durumları bizzat görmüşlerdi.
- Sahâbeye âit görüşlerin sünnet olma ihtimâli vardır.
- Paylaşmış oldukları görüşleri Hz. Peygamber’den işiten birinden işitme ihtimâli vardır.
- Arapça’yı ve kelimelerin delâlet ettiği mânâyı bizden daha iyi biliyor yâhud Allâh’ın emri ile ilgili durum ve karînelerden daha iyi faydalanabiliyor veya Peygamber’le uzun zaman arkadaşlık etmiş bulunuyorlardı.”6
Etimolojik açıdan incelediğimizde görürüz ki, “Sahâbî” Arapça’da dostluk, arkadaşlık, birlikte olma mânâlarına gelen ( صحب ) ‘Sahibe’ fiilinden türemiştir. Arkadaş ve dost olan kişi anlamında tekil isim olarak (صحابي) ‘Sahâbî’ sözcüğü kullanılır. İsm-i fâil olan ( صاحب ) ‘Sâhib’ kelimesinin çoğulu ise; ( أصحاب , صحابة , صحْب ) ‘Ashâb, sahâbe ve sahb’dır.7 Aynı kökten türemiş olan sözcüklerin aynı mânâya gelecek şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de de kullanıldığını görüyoruz. Kur’ân’da ‘Sâhib’ ifâdesinin yalın olarak geçtiği âyetler8 olduğu gibi ( صاحبكم ) ‘Sâhibukum’ şeklinde kullanılan âyetler de vardır.9 “İyi geçin, hoş sohbet et!” anlamında emir kipi olarak ( صاحبهما ) ‘Sâhibhumâ’ ikili kalıbıyla kullanılan tek âyet vardır.10 Bâzı âyetlerde ( صاحبه ) ‘Sâhibuhu’ biçiminde zamire bitişik olarak kullanılır.11Hz. Yûsuf zindan arkadaşlarına hitâb ederken ( صاحبي ) ‘Sâhibî’ diye konuşmaya başlamış12 ve aynı mekândaki yakın berâberlik için aynı sözcüğü seçmiştir. Yine Kur’ân’da ( صاحبهم ) ‘Sâhibihum’13 tarzında kullanılan kelimenin sonuna dişilik “ ة ”sı getirilerek ( صاحبة ) “Sâhibetün”14formuyla da eş / zevce anlamında kullanılmıştır. ( صحابي ) Sahâbî kelimesinin çoğulu olan (أصحاب ) ‘Ashâb’ sözcüğü ise ( أصحاب الجنّة ) ‘Ashâbu’l-cennet’ ve ( أصحاب النار ) ‘Ashâbu’n-nâr’ veya sâdece ( أصحاب ) ‘Ashâb’ olarak da Kur’ân’da çok kullanılır.”15 Ashâb kelimesi Hz. Mûsâ’ya izâfe edilerek ( أصحاب موسى ) ‘Ashâbu Mûsâ’16, Cumartesiyle berâber (أصحاب السبت ) ‘Ashâbu’s-Sebt’17, ayrıca ( أصحاب الرسّ ) ‘Ashâbu’r-Ress’18, ( أصحاب الأيكة ) ‘Ashâbu’l-Eyke’19, ( أصحاب السفينة ) ‘Ashâbu’s-Sefîne’20, ( أصحاب القرية ) ‘Ashâbu’l-Karye’21, ( أصحاب أحدود ) ‘Ashâbu Uhdûd’22, ( أصحاب اليمين ) ‘Ashâbu’l-Yemîn’23, ( أصحاب الميمنة ) ‘Ashâbu’l-Meymene’24, ( أصحاب الشمال ) ‘Ashâbu’ş-Şimâl’25, (أصحاب المشئمة ) ‘Ashâbu’l-Meş’eme’26 ve ( أصحاب الفيل ) ‘Ashâbu’l-Fîl’27 formları da Kur’ân-ı Kerîm’de geçmektedir. Kur’ân’daki tüm kullanış biçimlerinden çıkan sonuca göre, “Sâhib” ve “Ashâb” sözcükleri; sözde, arkadaşlıkta, mekânda ve bir şeye âidiyette çok yakınlığı ve berâberliği ifâde etmektedir. Bu anlamları içermesi sahâbî sözcüğünün terimsel anlamına da ışık tutacaktır.
Sahâbî tanımının terimsel anlamına geçmeden önce üzerinde durmamız gereken bir husus vardır: “Bir kimseye sahâbî denebilmesi için Hz. Peygamber ile asgarî bir arada bulunma müddeti ne kadardır?” “Hz. Peygamber’i sâdece bir-iki kez gören veya dinleme fırsatı bulan, fakat onunla birlikte yaşamayan kimselere de sahâbî denilebilir mi?” Bu hususta gerek Hz. Peygamber’den, gerekse sahâbeden gelen rivâyetlere baktığımızda, sohbet ile daha çok dostluğu, arkadaşlığı, uzun süre berâberce yaşamayı kastettikleri anlaşılmaktadır.”28
Sahâbî tanımında litaratürde hadisçilerin tanımı ön planda olmuştur. Hadisçiler, sahâbî tanımının her ne kadar “Sohbet”ten türediğini söyleseler de, bu sohbetin keyfiyeti üzerinde durmazlar. Onlara göre Hz. Peygamber’le sohbeti az olsun çok olsun, ister uzun yıllar sürsün, ister bir sene veya bir ay, bir gün veya bir saat olsun; eğer bu sohbet Hz. Peygamber’le gerçekleşmişse bu kişiye sahâbî denir. Hattâ günün içerisinde çok kısa bir süre bile Peygamber’le Müslüman olarak sohbet eden bir insan da sahâbî sayılır.29 Halk arasında meşhur olan ve kabûl gören tanım budur.
Hadisçiler sahâbî tanımını geniş tutmaktadırlar. Onlar, Hz. Peygamber’den bir şey rivâyet etmese bile bir kez gören bir insanı sahâbîden kabûl etmektedirler.30 Hadisçiler tanımlarına şöyle bir kayıt koymayı da ihmâl etmemişlerdir: “Görmeye engel bir durum olmaksızın, âmâ olmak gibi…” Bu kayıtla âmâ olan Abdullah b. Ümmü Mektum benzeri sahâbîler tanımın kapsamı içerisine alınmış olmaktadır. Sâdece Rasûlullah’ı görmekle sahâbî olunacağına Ahmed b. Hanbel de (ö: 241/855) kāil olmuştur.31 Büyük muhaddis Buhârî de sahâbî olmayı Hz. Peygamber’i görmeye odaklamıştır.32 Bu tanımı önceleyenlerin elbette gözettikleri hikmetler vardır. Belki de Rasûlullâh’ı bir kere bile görmenin mânevî feyzini tanımın odağına almışlardır.
Usûlcülere göre ise Hz. Peygamber’i bir defa görmekle sahâbî olunamaz. Onlara göre uzun bir sohbet dönemini kişi Hz. Peygamber’le Müslüman olarak geçirirse sahâbî olabilir.33 Usûlcü âlimler sahâbî olabilmek için bir kimsenin Hz. Peygamber’le bir veya iki sene berâber kalması, onunla berâber bir veya iki savaşa katılması gerektiğini öne sürmektedirler. Abdullah b. Ömer (ö: 73/692), şöyle bir nakilde bulunuyor: “Ben ilim ehlinin şöyle söylediğini gördüm: ‘Rasûlullâh’a büluğ hâlinde iken yetişip, dînî konularda aklı eren ve bu konulara râzı olan kişi Hz. Peygamber’le velev ki gündüzün bir saatinde kısa bir sohbette de bulunsa sahâbîdir.”34 Bu tanım bir taraftan Hadisçilerin târifine benzese de içerisinde, Rasûlullah’la sohbet etmenin gerektiğini de ifâde etmektedir.35 Tâbiîn âlimlerinden olan Sâid b. Müseyyeb (ö: 93/712): “Hz. Peygamber’le bir veya iki sene berâberliği olmayan, O’nunla bir veya iki savaşa katılmayan sahâbeden sayılmaz.”36 demiştir. Bu tanım usûlcü âlimlerin tanımına uygun düşmektedir. Peygamber’le sohbeti çok olan37 gerçek anlamda sahâbî olabilir. Râşid halîfeler, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve bunlara benzer diğerleri gibi. Çünkü bu insanlar, Hz. Muhammed’e îmân ettiler, ona yardım edip ondan bir şeyler duydular ve onun getirdiği hidâyetle doğruyu buldular.38 Bir kimseyle berâberliği çok olmayan kimseye örfen de sahâbî denmez.39Hattâ hiçbir şey rivâyet etmese bile Rasûlullah’la sohbeti uzun süre olmuşsa o kişi sahâbîdir.40 Bu ifâdelerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Bir kimsenin sahâbî olabilmesi için; Hz. Muhammed ile uzun süre arkadaşlık etmesi ve onu uzun süre dinleyip, ondan bilgi alıp, ona ittibâ etmesi gerekmektedir. Bu durum da ancak, o kişinin Rasûlullah’la uzun süre berâber olduğunun şöhret kazanmasıyla veya tevâtüren / büyük bir topluluğun haber vermesiyle veya sahâbenin söylemesiyle bilinebilir.41 Elbette bu berâberliğin ve sohbetin sâhibinin Müslüman olarak ölmesi de şarttır. Başlangıçta Hz. Peygamber’in sohbetine mülâkî olup sonradan dinden dönen ve küfür üzerine ölen kimseler sahâbî olamazlar.
Sahâbenin Hz. Peygamberle berâberliğine bakarak Hadis bilginleri sahâbeyle ilgili bir derecelendirme yapmıştır. Bu derecelendirmeye girmeden önce sahâbeyle ilgili şu değerlendirmeyi ön bilgi olarak zihinde tutmakta fayda vardır: “Kitaplarda, Tebuk’te olduğu gibi, savaşa iştirâk eden on binlerce meçhul askerden, heyetler hâlinde gelip Müslüman olduktan sonra dönüp giden, Medîne dışında yaşayan binlerce insandan, bedevîden, son olarak Hz. Peygamber’le birlikte vedâ haccına katılmış on binlerce kadın, çocuk ve değişik bölge halklarından olan kişilerin kāhir ekseriyeti yer almamaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i ve sünnetlerini onlardan öğrenmek şöyle dursun, çoğunun kimliği hakkında dahî bilgimiz yoktur. Kendilerini bir parça tanıdığımız ortalama on bin kişiden yalnızca 1008 veya 1060 ya da en fazla 1300 sahâbî hadis rivâyetinde bulunmuştur. Bu 1000 sahâbîden 800 kişinin 1 ile 9 arası hadis rivâyet ettiği göz önünde bulundurulursa kalan 200 sahâbînin on veya daha fazla hadis rivâyet ederek bu iş ile meşgûl oldukları söylenebilir. Bunlardan 7 kişi binin, 4 kişi beş yüzün, 27 kişi yüzün ve 194 kişi de onun üzerinde hadis rivâyet etmişlerdir.”42
Sahâbî tanımını sâdece hadis rivâyetine indirgemek doğru olmamakla berâber, bir sahâbînin çok rivâyette bulunması ile Rasûlullâh’la berâberliğinin daha uzun süreli olması arasında bir ilginin olduğu açıktır. Ancak rivâyet çokluğundan ziyâde, Hz. Peygamber’le berâberliğin keyfiyeti göz önünde bulundurularak derecelendirme yapılması daha mâkûl görülmektedir. Ahmed b. Hanbel (ö: 241/855) sahâbenin en fazîletlileri olarak Bedir Savaşına katılanları kabûl etmiştir.43Hafız Nisâbûrî (ö: 405/1014) ise sahâbeyi on tabaka hâlinde derecelendirmiştir:
I. Tabaka: Mekke’de ilk Müslüman olan sahâbîler. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Osman ve Hz. Ömer gibi diğer ilk Müslümanlar.
II.Tabaka: Hz. Ömer’in Müslüman olup Müslümanlığını açıklamasıyla berâber Hz. Peygamber’e Müslüman oluşlarını açıklayıp ona beyat eden sahâbîler.
III. Tabaka: Habeşistan’a hicret eden sahâbîler.
IV. Tabaka: Hz. Peygamber’e Akabe’de ilk defa beyat edenler.
V. Tabaka: Çoğu Ensar’dan olan ve Hz. Peygamber’e ikinci Akabe’de beyat eden sahâbîler.
VI.Tabaka: Hz. Peygamber Kuba’da iken ona yetişen ilk Muhacirler.
VII. Tabaka: Bedir savaşına katılanlar.
VIII. Tabaka: Bedir savaşı ile Hudeybiye Anlaşması arasında hicret eden sahâbîler.
IX. Tabaka: Hudeybiye’de Hz. Peygamber’e beyat edenler.
X. Tabaka: Hudeybiye Anlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret eden Müslümanlar.44
Bu derecelendirme, sahâbenin Kur’ân’ı Hz. Muhammed’den (sav) öğrenme ve onun Kur’ân’a bakış ve hayâta katış sürecini müşâhede etmelerini sistemli bir şekilde ifâde etmesi bakımından anlamlıdır. Hz. Peygamber’e yakınlığı ve yakınlıklarının süresine göre, sahâbenin Kur’ân anlayışları ve Kur’ân’ın anlamlarına vukûfiyetleri ve yorumlamaları farklı olmuştur. Bu farklılığın sebeplerinden biri de, hepsinin aklî yetenek ve ilmî derecelerinin aynı olmamasıydı. Çünkü tümünün dile vukûfiyetleri, Rasûlullah’la berâberlikleri, nüzûl ortamını müşâhedeleri ve dilin inceliklerini bilmeleri aynı seviyede değildi.47 Hattâ bâzılarının okuma yazması bile yoktu. “Bâzıları hayatlarını kazanma ile meşgûldü, diğer bâzıları da her gün inip gelen yeni vahiylerden haberdâr olacak kadar Rasûlullâh’ın oturduğu yere yakın yerlerde ikāmet etmiyorlardı.”48
Sahâbenin Kur’ân anlayışlarının derece farkında aklî yeteneklerle berâber, bilgi ve görgülerinin, hayat tecrübelerinin değişik olması onları birbirinden farklı yapıyordu. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe gibi Kureyş’in ileri gelen âilelerine mensup olan, Arap dilinin üslûp ve inceliklerini, eyyâm-ı Arab’ı, şiiri, Arap âdet ve geleneklerini çok iyi bilenler olduğu gibi, kültür seviyesi bunlardan zayıf olanlar, köle ve câriyeler; Selmân (ö: 36/656) ve Bilâl (ö: 20/641) gibi de Arap olmayanlar vardı.49 Diğer yandan Abdullah b. Mes’ud gibi (ö: 34/654) onun sohbetlerini sürekli ve disiplinli bir şekilde tâkip edenler olduğu gibi daha az tâkip edenler de vardı.50
Sahâbî kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’deki şekillerini bir defa daha hatırlarsak; “Sâhib / arkadaş, dost”51, “Sâhibe / eş”52, “Ashâbu Mûsâ / Mûsâ’nın arkadaşları, kavmi”53 vb. formlarla kullanıldığını görürüz. Hepsinden çıkan ortak anlam; “Sâhib” olabilmek için, dostluk, yakınlık, berâberlik, sohbette bulunmak ve aynı zamânı, mekânı paylaşmak gibi vasıflar esastır. Rasûlullâh’ın sahâbîsinin de temel özellikleri bunlar olmuştur. Hattâ ona en yakın olup, en çok sohbet eden Hz. Ebû Bekir (ö: 13/634) için Kur’ân “sâhib / arkadaş, dost” söz / sözcüğünü kullanmıştır.54
Dipnotlar
1 Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzaf İlmi Kelâm, Bilmen Yay., İstanbul trsz., s. 32.
2 Aydın, Ali Arslan, İslâm İnançları Tevhid ve İlmi Kelâm, Gonca Yay. Ankara 1984, s. 55.
3 Bak: Hucurât 49/13
4 Suyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Tedrîbu’r-Ravi fî Şerhi Takrîbu’n-Nevevî, Mektebetü’l-İlmiyye, Medine trsz., II, 228; İbnu’s-Salah, Osman b. Abdurrahman, Ulûmu’l-Hadis, Tah: Nurettin Itır, Daru’l-Fikr, Dimeşk 1986, ss. 300-301; Yardım, Ali, Hadis, Dokuz Eylül Ü.İ.F. Yay., İzmir 1992 II, 26; Şafak, Ali, İslâm Hukukunun Tedvini, Ata.Ü. Yay., Erzurum 1978, s. 18.
5 Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, M.Ü.İ.F. Yay., Nu:24, İstanbul trsz., s. 93.
6 Ebu Zehra, Muhammed, İslâm Hukuk Metodolojisi, (trc.: Abdulkadir Şener), Fecr Yay., Ankara 1990, s. 186-7.
7 İbni Manzur, Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Kahire, h: 1119, Daru’l-Meârif, S-H-B. maddesi.
8 Bak: 68/Kalem, 48; 4/Nisâ, 36
9 Bak: 34/Sebe’ 46; 53/Necm, 2; 81/Tekvir, 22
10 31/Lokman 15
11 9/Tevbe, 40; 18/Kehf, 34,37
12 12/Yûsuf, 39,41
13 7/A’raf, 184; 54/Kamer, 29
14 6/En’am, 101; 72/Cin, 3; 70/Meâric, 13; 80/Abese, 36
15 2/Bakara, 39, 81, 82, 119, 217, 257, 275; 3/Âl-i İmran, 116; 5/Mâide, 10, 29, 86.
16 26/ Şuara, 61
17 4/Nisâ, 47
18 25/Furkan, 38
19 26/Şuara, 176
20 29/Ankebut, 15
21 36/Yâsîn, 13
22 85/Burûc, 6
23 56/Vâkıa, 90-91
24 56/Vâkıa, 8
25 56/Vâkıa, 41
26 56/Vâkıa, 9
27 105/ Fîl Sûresi, 1
28 Erul, Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, T.D.V. Yay., Ankara 2000, s. 2.
29 el-Bağdadî, Ebubekir Ahmed b. Ali, Kitabu’r-Rivaye fî İlmi’r-Rivaye, Beyrut 1998, s. 51; Cürcanî, Ebu Hasan, el-Muhtasar fî Usûli’l-Hadîs, Dâru’d-Dağve, İskenderiyye trsz, s.71.
30 İbnu’s-Salah, Osman b. Abdurrahman, Usûlü’l-Hadîs, Dâru’l-Fikr, Şam 1986, s. 293; İbn Kesîr, İsmail b. Ömer,İhtisaru Şerhi’l-Hadîs, Dâru’t-Turâs, Kahire 1979, s. 151; el-Hatib, Muhammed Accac, el-Muhtasar fî Ulumi’l-Hadîs, Beyrut 1991, s.196; el-Ensarî, Zekeriyya b. Muhammed, Fethu’l-Bakî alâ Elfiyeti’l-İrâkî, Beyrut trsz, III, 2-3
31 Zeynuddin Abdurrahim b. Husayn, Şerhu Elfiyeti’l-İrâkî, el-Müsemmâ bi’t-Tebsıra ve’t-Tezkira, Beyrut trsz, III, 3.
32 el-Bağdadî, el-Kifaye, s. 51.
33 Cürcânî, Ebu’l-Hasan, el-Muhtasar fî Usûli’l-Hadîs, s. 71.
34 el-Bağdadî, el-Kifaye, s. 50.
35 İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 36.
36 İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadîs, s. 293.
37 Tahhan, Mahmut, Teysîr Mustalah el-Hadîs, Der Saadet Yay. İstanbul trsz., s. 198.
38 Zeydan, Abdulkerîm, el-Veciz, s. 219; Ebu Zehra, Metodoloji, s.185.
39 el-İsfehânî, Hüseyin b. Muhammed, Müfredât, Beyrut 1992, s. 475.
40 Cürcanî, Târifât, s. 192.
41 Zeyneddin Abdurrahim b. Hüseyin, Elfiyetu’l-Hadîs, Beyrut 1988, s. 45; Tahhan, Teysîr, s. 199.
42 Erul, Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, s. 8
43 Bağdadî, el-Kifâye, s. 51
44 Nisâbûrî, Muhammed b. Abdullah, Kitabu Marifeti Ulûmi’l-Hadîs, Kahire trsz., s. 23-4
* Hz. Peygamber’den yaşadığı çevrenin insanlarına vahyin ulaştırılması onun tebliğ ve uyarısıdır. Bu uyarıdan, aynı coğrafyayı paylaşan insanlar daha çok istifâde etmişken farklı şehirlerdeki insanlar daha az faydalanmıştır. Dolayısıyla, bu insanların Peygamber’i dinlemeye bağlı olarak Kur’ân bilgileri aynı seviyede değildir. Bu durumda hepsinin müçtehid olmadığını söylemek onlara karşı saygısızlık değildir.
45 Ebu Zeyd, Nâsır Hamid, İlahî Vahyin Tabiatı (trc: Mehmet Emin Maşalı), Kitabiyyat, Ankara 2001, s. 65
46 Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sunen, Çağrı yay, İstanbul 1981, 11, İftitah 32, II. 143
47 ez-Zehebî, Muhammed Huseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Beyrut trsz, I, 36; Yıldırım Suat, Peygamberimizin Kur’ân Tefsiri, İstanbul 1998, Kayıhan Yay., s. 20.
48 Hamidullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm Târihi (trc.: Salih Tuğ), M.Ü.İ.F. Yay., s. 43
49 Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü ve Târihi, M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1998, s. 227.
50 Gümüş, Sadreddin, Kur’ân Tefsirinin Kaynakları, Kayıhan Yay., İstanbul 1990, s. 60.
51 53/Necm 2; 81/Tekvir 22.
52 6/En’am 101
53 26/ Şuara 61
54 9/Tevbe 40