Aşk mı Muhabbet mi?

22
0

İslâm’ı amelî anlamda hayâtına katmayan ve hayâtının tüm boyutlarını vahiyle anlamlandırmayan birçok kişi “tanrısal bir aşkın temsilcisi” olduklarını iddia ettikleri gibi; İslâmî ilimlerden nasip almayan bâzı câhiller de ilâhî aşk içerisinde olduklarını söylemektedirler. İddiaları, Allâh’ı (cc) çok sevdikleri yönündedir. Fakat bu sevgilerini “muhabbetle” değil de aşk kavramıyla ifâde etmektedirler. Bunu târih içerisinde ehl-i kitap da yapmıştır. Günümüzde din ile saf ve pratik bağlantısı olmayan, zihinsel kargaşa içerisinde olan câhil kimseler de yapmaktadırlar. Bu iddiayı Yüce Allah şöyle cevaplandırmıştır: قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ قُلْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ فإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْكَافِرِينَ “(Ey Muhammed! Allâh’ı sevdiğini iddia eden ve O’nun sevgisini kazanmak isteyen kimselere) de ki: “Eğer siz gerçekten de Allâh’ı seviyorsanız, (Allâh’ın emirlerini size ileten bir elçi olarak) bana (ve bana indirilen Kur’ân’a) uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah, (pişmanlıkla tövbe edildiği takdirde, en büyük günahları bile) bağışlayandır, merhamet edendir.”1 Kısacası, Allah Teâlâ, kendisine ve elçisine itâat olmadan; emirleri ve yasakları ciddîye alınarak yaşanmadan yapılan “sevgi” iddiasını reddetmektedir. Sevgi; inanç, sabır, şükür ve eylem ister. Îman ve amel olmadan var olduğu sayılan sevgi yalancıların sevgisidir.

Kur’ân-ı Kerîm, sevginin ileri ve taşkın boyutu olan “aşk” kelimesini hiç kullanmamıştır. Sahih hadis kaynaklarında da, araştırdığımız kadarıyla bu kavramla karşılaşmadık. Sâdece Hâkim’in Müstedrek’inde Hz. Peygamber’in Hz. Hatîce’ye sevgisiyle ilgili bir tek rivâyet geçmektedir.2 Din dilinde sevgi kavramı, velâyet, meveddet, ülfet ve muhabbetle ifâde edilmiştir. Özellikle muhabbet konusunu çalışmamızda daha geniş ele alacağız ki bu kavramın, aşk kavramından farklılığı yeterince anlaşılsın.

Aşk, sevgide ifrattır. Ne Allah Teâlâ bu kavramla vasıflandırılır ne de Rabbine olan muhabbetinden dolayı kulu. Sevgide ‘fenâ’ bulmaktan dolayı ortaya çıkan bir sarhoşluk hâlidir. Kelimenin etimolojik tahlîlini yaparsak, sözcük anlamıyla kavramsal anlamı arasındaki ilgiyi daha iyi anlamış oluruz. “Aşekatün” sözcüğü, ağacın etrâfına dolanan yeşil renkli bitkinin adıdır. Sarmaşık da denilebilir. Ağaca sarılarak varlığını devam ettiren bu bitki daha sonra sapsarı kesilip kurumaya yüz tuttuğu için, “âşık” kavramı teşbih yollu bu sözcükten türetilmiştir. Birçok ârif, “Ey Rabbimiz! Bize tahammül edemeyeceğimiz yük yükleme.”3 Âyetini “aşk illeti” şeklinde yorumlamışlardır. Hattâ Abdullah b. Abbas’a genç bir adamı getirmişler. Adamı zayıflamış ve sararmış bir vaziyette görünce bu durumun sebebini sormuştur. “Aşk”tan dolayı böyle olduğunun cevâbını alınca, duâlarının çoğunda, ‘Aşk’tan Allâh’a sığınmıştır.”4 Kısacası aşkta sarhoşluk, bilinç kaybı, körükörünelik ve kara sevdâ vardır.

Bütün bu olumsuzluklardan dolayı “aşk” kavramı, sağlam rivâyetleri önceleyen ana kaynaklarda yer almamıştır. Hâl böyleyken, dînî teklifleri anlamaktan, öğrenmekten, öğretmekten, hayâtın kötü gidişatına müdahale etmekten, zâlimlerin zulmüne tepki vermekten, İslâm’ın hayâta hâkimiyetini sağlamaktan ve dünyâdaki aktif hevâ merkezli şirk düzeniyle hesaplaşmaktan âciz; şer’î teklifleri taşımaya gücü yetmeyen pasif ruhlu kişiler bu kelimeye sığınmışlardır. Sığınmakla da kalmamışlar, her türlü aktif çalışmaları yapan, ilim öğrenen ve öğreten, gece gündüz Allah yolunda cihâd eden, ümmetin zihinsel sapmalara düşmesini ve ideolojik yapılanmalara kaymasını engelleyen, malıyla ve canıyla Allah yolunda fedâ olan Müslümanları da küçük görmüşlerdir. Aslında bu kimselerin tamâmına yakınının günümüzde ilâhî aşkla bir ilgileri de yoktur. Aşkın bile sâdece adını duymuşlardır. Bunlar rahatsız, hasta ve kendilerini isbât etme çabasında olan kimselerdir. İlim adamı olamadıkları ve cihad da bedel istediği için, işe ulemâyı ve mücâhidleri yermekle başlamışlardır. Kendileri ise teklif almaktan her zaman kaçınmışlardır. Bunlar ne âşıktır ne de meczubtur. Sâdece aşkın ve câzibenin adını duyup kendilerine yer edinmek isteyen derviş taklitçileridir. Gerçek derviş; her aradığını Kur’ân ve sünnette bulan, irâdesini sâdece Allah Teâlâ’ya teslîm eden ve başta şeytan olmak üzere her türlü düşmana karşı sulhü olmayan bir savaşa giren mârifet ehlidir. İlmihâl bile okumayan, Kur’ân’ın bilgi dünyâsından, Sünnetin uygulama alanından, Kelâm ilminin inceliklerinden ve tasavvufun engin zarâfetinden nasîbi olmayanların aşkla ne ilgileri olabilir?

Aşkın yerine tercîh edilen muhabbette ise niyet, mârifet, amaç, ihlâs, istikâmet ve yakaza vardır. Takvâ, verâ ve haşyet5nasıl mârifetle gerçekleşirse, muhabbet de mârifetullah ile gönüllerde tecellî eder. Muhabbetullâh’ın gönüllerde karar bulması, hayâta nebevî mücâdele ve sâlih amel olarak yansır. Allah Teâlâ hakkıyla bilinmediğinde6, Ehl-i Kitap’ta ve Mekke müşriklerinde olduğu gibi îtikadda sapmalar oluşur. İnsanlar, ideolojileri din yerine koyarlar. Bu mezmum hâlin olmaması için, Yüce Allâh’ın Kur’ân’dan ve O’nu en iyi bilen Rasûlünün dilinden öğrenilmesi şarttır. Her Müslümanın, îmânını yakîn derecesine ve ihsan hâline taşıyabilmesi için Allah Teâlâ’yı ulûhiyeti, rubûbiyeti, esmâsı, fiilleri ve sıfatlarıyla tanıması gerekir. Bu mârifet hâlinin tahakkuku için Kur’ân, sünnet ve diğer İslâmî ilimleri tahsil zorunlu olduğu gibi, Kur’ân’dan ve sahîh hadislerden yola çıkılarak yazılan akâid kitaplarını öğrenmek de zorunludur. Geçmiş dönem tasavvuf ulemâsı, akâid öğrenmeyi baraj dersi kabûl etmiş ve öğrenmeyenleri dergâhlarına almamışlardır. İslâm’ı ihsan hâlinde yaşamanın meyvesi olan takvâ, mârifetullâh ile zuhûr ettiği için konuyu bu şekilde ele aldık. Peygamber Efendimiz (sav) de mevzuyla ilgili şöyle buyurmuştur: “Sizin içinizde Allâh’ı en iyi bileniniz benim, en takvâlı olanınız da benim.”7Mârifetullah ve takvâ arasındaki doğru orantıyı gösteren bu hadis Müslümanların zihninde bir anahtar olarak kalmalı ve istikâmette yaşamalarına vesîle olmalıdır.

Dipnotlar:

1 Âl-i İmran 3/31-32.

2 Hâkim, MüstedrekHad. no: 4840, c. III, s.201.

3 Bakara 2/286.

4 İbni Kayyim, Medâricu’s-Sâlikîn, c.II, s.30.

5 Mâlik, Muvatta18, Sıyam, 4, h.no: 9, c.I, s.289.

6 En’âm 6/91; Hac 22/74.

7 Buhârî, 2, Îman, c.I, s.10.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir