Son yıllarda “Kur’ân Müslümanlığı” adı altında yaygınlaştırılmaya çalışılan bir anlayış, zihinleri ciddi şekilde meşgul etmektedir. Bu anlayışa göre, İslâm yalnızca Kur’ân’dan ibarettir; hadis, sünnet, icmâ, kıyas gibi kaynaklar ya gereksizdir ya da devre dışı bırakılmalıdır. Öyle ki, İslam’ın asırlardır inşa ettiği fıkhî, kelâmî, tasavvufî miras bir kenara atılmakta; yerine yalnızca meal düzeyinde bir Kur’an anlayışı teklif edilmektedir.
Kur’ân Yeterli midir?
Hiç şüphesiz Kur’ân, İslam dininin temelidir ve Allah Teâlâ’nın ezelî kelâmıdır. Ancak Kur’ân’ın anlaşılması, yaşanması ve hükümlerinin hayata tatbiki için bir açıklamaya ihtiyaç vardır. İşte bu noktada, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in sünneti devreye girer. Zira O, sadece Kur’ân’ı tebliğ eden bir elçi değil, aynı zamanda onu beyan eden ve hayatında tatbik eden bir rehberdir. Nitekim Kur’ân’da “Biz sana Kitab’ı, insanların kendilerine indirilenleri açıklaman için indirdik.”[1] buyrularak, sünnetin Kur’ân’ı açıklayıcı rolüne açıkça işaret edilmiştir. Bugün Kur’ân Müslümanlığı söylemini dillendirenler, bu ayetin işaret ettiği “beyan makamı”nı –yani Sünnet’i– ya inkâr ediyorlar ya da etkisizleştiriyorlar. Oysa namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler dahi, Kur’ân’da işaret edilmekle birlikte ancak Sünnet’le açıklanmıştır. Namazın kaç rekât olduğu, orucun hangi sınırlarla tutulacağı, zekât oranları, hac menasiki… bunların hiçbiri Kur’ân’da tafsîlen yoktur. Kur’ân’ı hayatın merkezine almak isteyen biri, mecburen Sünnet’in kapısını çalacaktır.
“Sadece Kur’ân” demek, çoğu zaman “Sadece benim anladığım Kur’ân” demektir. Zira hiçbir ilim ve metot olmadan yapılan her yorum, kişiselliğe ve keyfîliğe mahkûmdur. Keyfîliğe mahkûm olmanın sonucu ise Kur’ân’ı tefsir eden asırlık birikimi bir kalemde silmeye kalkmaktır. Fıkhı, kelâmı, usulü; Ebu Hanife’yi, İmam Şafiî’yi, Gazalî’yi, Fahreddin Râzî’yi, Elmalılı’yı görmezden gelmektir. Bu, sadece dinî bir sapma değil, aynı zamanda ilmî bir felakettir.
Dolayısıyla Kur’ân Müslümanlığı söylemi, sünneti ve sahih hadisleri göz ardı ederek; tarihsiz, bağlamsız ve bireysel yoruma açık bir din anlayışı teklif etmektedir. Bu anlayış, selef-i sâlihînin Kur’ân’ı nasıl anladığını önemsememekte, ilmî isnad zincirini koparmakta ve İslam’ı bireysel akla indirgeyerek özünden uzaklaştırmaktadır.
Akıl mı, Nakil mi?
Bir diğer problem de bu çevrelerin “akıl”ı mutlaklaştırmalarıdır. Evet, İslam aklı küçümsememiş, bilakis teşvik etmiştir. Ancak bu akıl, vahyin rehberliğinde şekillenen bir akıldır. Kur’ân’ın “Onlara de ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2] ayetinde üstün tutulan şey yalın akıl değil, aklın ilim ile terbiye edilmiş hâlidir. Modernist akımlar ise ilmi değil, bireysel aklı mutlaklaştırarak, kendi subjektif çıkarımlarını dinî hakikat olarak sunmaktadırlar.
Sonuç: Kur’ân Müslümanlığı mı, Kur’ân ile Müslümanlık mı?
Soru nettir: Kur’ân’a mı tâbî olacağız, yoksa Kur’ân’ı mı kendimize tâbî kılacağız?
Ehl-i Sünnet çizgisi bu soruya 1400 yıldır net bir cevap vermektedir:
“Kur’ân’la birlikte sünneti, sahabeyi, ümmetin icmâını ve ilmin yolunu da alacağız. Çünkü İslam, sadece Kur’ân’dan değil; Kur’ân ile kurulan büyük bir ümmet mirasından ibarettir.”
İşte bu sebeple, Kur’ân’ı doğru anlamanın yolu, onu sadece okumak değil; Efendimiz’in (s.a.v) rehberliği, sahabenin anlayışı ve ümmetin ilmiyle birlikte anlamaktır. Ancak o zaman Kur’ân, hem bireye hem ümmete yol gösteren hakikat meşalesi olur.
Hasan Sami YALÇIN
[1] En-Nahl 16/44.
[2] Ez-Zümer 39/9.