Görünmeyeni Görmek Değil, Kendini Bilmek: Tasavvuf

491
0

İslâm dini sadece inanç ve ibadet esaslarından ibaret değildir. Aynı zamanda kalbi eğiten, ahlâkı güzelleştiren bir hayat nizamıdır. Bu bütünlüğü korumak için İslâm âlimleri üç temel ilimden söz etmişlerdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zâhir ve Fıkh-ı Bâtın. Birincisi akaid, ikincisi fıkıh, üçüncüsü ise tasavvuftur. Bunlar birlikte bir Müslüman şahsiyetini tamamlar. Her birinin ihmali, kişiyi farklı bir tehlikeye sürükler.

Fıkh-ı Ekber’in ihmali, inançta sapmalara yol açar. Bu durum, bid’atlara kapı aralar ve kişiyi doğru inanç çizgisinden uzaklaştırırFıkh-ı Zâhir’i terk eden, ibadetleri ve helâl-haram ölçülerini ihlâl eder; zamanla fısk bataklığına düşebilir. Fıkh-ı Bâtın, yani tasavvuf ise kişinin iç dünyasını düzene koyar. Bu ihmal edilirse, kişi dışarıdan dindar görünse bile içinde kibir, riya, haset gibi kötü ahlâk barınabilir. Böyle biri, amel olarak çok şey yapmış olsa da sonunda iflasa uğrayabilir.

Bugün birçok dindar insan ya sadece itikadî konularla meşgul olmakta ya da sadece zahirî ibadetleri önemsemektedir. Oysa asıl olan, bu üç yönü birlikte taşımaktır. Selef-i sâlihîn dediğimiz ilk nesiller hem inançta sağlam hem amelde hassas hem de kalpte derin idiler. Onlar için ilim sadece bilgi değil, hâl idi. Tasavvuf da işte bu hâli inşa eden bir disiplindir.

Tasavvuf, İslâm’ın en nezih damarlarından biridir. O, ruhun terbiyesidir, ahlâkın inşasıdır. Nefsi tezkiye etme ilmidir. İnsan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, kötü ahlâktan kurtulmadıkça kemâle eremez. Nefsi ile mücadele etmeyen, sadece şekle bakan bir din anlayışı, zamanla sertleşir, merhameti kaybeder. Tasavvuf bu yönüyle insanı yumuşatır, sabır, tevazu, muhabbet gibi faziletleri kazandırır. Aynı zamanda ibadetlere ruh katar. Namazda huşû, sadakada ihlâs, sözde vakar hep bu iç terbiyenin sonucudur.

Ne acıdır ki bugün bu büyük miras, bazı çevrelerde ucuz keramet hikâyelerine, rüya ve keşif meraklarına, hatta bid’atlerle iç içe geçmiş bir gösteriş malzemesine dönüştürülmektedir. Bu hem tasavvufa hem de onu var eden İslâmî çizgiye büyük bir ihanettir. Tasavvuf ne uçmakla ne de kaçmakla ilgilidir. Ne göz boyayan kerametlerle ne de birilerinin ağzına sakız olmuş, abartılmış hikayelerle tanımlanabilir. Gerçek tasavvuf, gündelik hayatta sabretmektir; öfkeyi yutmak, harama el uzatmamak, insanlara karşı merhametli olmaktır. Seherlerde Allah Teâlâ’ya yalvarmak, kimseye yük olmadan yaşamak, kalbi sürekli murakabe hâlinde tutmaktır. Kendisinden çok başkasını düşünen bir ahlâk inşasıdır bu.

Bütün büyükler, tasavvufun amacını “insan-ı kâmil” yetiştirmek olarak tarif etmişlerdir. Bu hedef, keşifle, rüyayla, olağanüstü hallerle değil; istikamet, sabır ve ibadetle elde edilir. “İstikameti olmayanın kerameti makbul değildir.” sözü, her şeyi özetlemektedir. Gerçek sûfî, keramet değil, marifet peşindedir. Marifet ise, Allah Teâlâ’yı hakkıyla tanımak, O’ndan gayrısını kalpten çıkarabilmektir.

Tasavvufun en büyük düşmanı, onu kendi menfaatleri için istismar edenlerdir. Birkaç garip hikâye üzerinden kendisine itibar devşirmeye çalışan, halkın teveccühünü kazanmak için kerameti kullanışlı bir malzeme hâline getiren kişi, bu yolu yozlaştırır. Oysa bu yol, incelik ister; edep ister; ilimle birlikte irfan, amelle birlikte ihlâs ister.

Bugün tasavvuf yeniden aslına dönmelidir. Kalpleri yumuşatan, ahlâkı güzelleştiren, insanı insan eden yönüyle anlatılmalı, yaşanmalı ve öğretilmelidir. Zira tasavvuf bir efsane değil, bir istikamet yoludur. Kuru bir zikir değil, çekilen zikrin hayattaki tezâhürü olan diri bir vicdandır. Kimin gerçekten bu yola girdiği, ne kadar uçtuğu ile değil ne kadar güzel ahlâklı olduğuyla ölçülür.

 HASAN SAMİ YALÇIN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir